21 Haziran 2012 Perşembe

From Paris with love: 6. gün ve son notlar

Aslında gezimizi 7 gün olarak ayarlamamıza rağmen, sevgili Alitali bize son dakika golünü atıyor ve gece yarısına aldığımız uçuşun aynı günün sabahına çekildiğini söylüyor yani koca bir günümüzü yemiş oluyor. Biz de bu son günümüzde koştura koştura aklımızda kalan her yeri gezmeye çalışıyoruz.

Sabah ilk iş, Eiffel ve Tour Montparnasse'den sonra Paris'in en yüksek ve en görkemli binası olan La Grande Arche ziyareti ile başlıyoruz. Buraya 1. metro line'ının son istasyonu olan La Defense'de inerek ulaşıyoruz. Adından da belli olduğu üzere bina gerçekten çok görkemli. Şu anda bir iş merkezi olarak kullanılıyor ve alt katları da bir işletme ve ekonomi okulu.
Binanın bulunduğu meydan yine Paris şehir merkezinden farklı olarak modern alışveriş merkezleri ve binalarla dolu. Benim buradaki fotoğraflarım binayı anlatmaya pek yeterli olmadığı için fotoğrafları internetten seçtim:


Arc de Triomphe'den görünüş.
Grande Arche'den Arc de Triomphe'nin görünüşü ve meydan.
Burdan sonraki istikametimiz de Saint Bernard bölgesinde bulunan Institut du Monde Arabe oluyor. Burası aslında İslam Dünyasının eserlerinin sergilendiği bir müze ancak kütüphane, ofis ve restaurant katları da var. Bu binayı görmek istememizin sebebi ise mimarisi. Aga Khan Mimari Ödülü'ne sahip olan binanın özelliği, pencerelerindeki foto-elektrik pillerinin güneşin şiddetine göre açılıp kapanması ve böylece içeriye sadece gerektiği kadar güneş ışığını alması.


Ne olduğunu anlayamadığımız bina :)

Bu güzel binadan sonraki durağımız ise Eiffel'in arka tarafında yer alan Musee de I'Architecture oluyor. Ancak içerisi sadece heykelle dolu, bu yüzden benim gibi heykele pek ilgili olmayan birisi için adeta bir zaman kaybı! Üstelik son günümüz olduğu için telaşlıyız da..

Daha sonra bi' önceki gün arkadaşlarımın gittiği ama benim gidemediğim Beaux-Arts'a gidiyoruz. Kendisi adeta bir Taşkışla 2! Orta bahçesi ve havuzu bile var...




Sonra okulun da bulunduğu ve yine dün bahsettiği güzel muhit Odeon'da geziyor biraz. Burada bir American Apparel bulup Paris'teki ilk gerçek alışverişimi yapıyorum diyebilirim! Sonrası ise kendimizi Laduree ve Maison George Larnicol'un çikolata dünyasında kendini kaybetmek...



Bu arada aynı gün şu meşhur Metropolitain girişini de görüyorum... Tek sorun şu an nerde olduğunu hatırlamıyorum!


Son olarak ilk gün sadece meydanına gidip içeriye giremediğimiz Pompidou'nun içini gezmeye gidiyoruz. Yalnız ona daha fazla zamana ayıramadığımıza çok pişman oldum çünkü içerisi şahaneydi!






Pompidou kapanmak üzere olduğundan son saniyede çıkmak zorunda kaldık. Ama keşke daha çok vaktimiz olsaydı. Çıkışta karşıdaki hediyelik eşya dükkanlarına gidip kendime yurt dışı gezilerimin klasiği olan kupa, shot bardağı ve t-shirt almaya gittim ama, koskoca Paris'te adam akıllı güzel t-shirt bulmakta dahi zorlanıyorum! Kaliteler oldukça düşük.

Daha sonra otelimize gidip bavullarımızı toplamaya başlıyoruz ve rötarlar ve beklemelerle dolu tam 24 saatin ardından İstanbul'a iniyoruz!

Şimdi Paris'le ilgili birkaç minik not:

*Tabii ki aşık oldum. Gitmeden önce zaten çok merak ediyordum, hep gitmek istiyordum ama gittikten sonra "iyi ki!" dedim ve en az 15 kez falan daha gitmeye karar verdim!

*Dünyanın en pahalı şehri olmasına rağmen hiçbir şekilde gözümüze batmadı harcamalarımız, çünkü o Paris! Tek üzüldüğüm ve emin olduğum nokta 1 hafta yeterli değil...

*Daha önce de söylemiştim, kış vaktinde gitmek birçok açıdan avantajlıydı. En azından insanların saatler kaybettiği kuyruk sıralarında harcanmadık. Ancak soğuktan dolayı pekçok şeyin içimizde kaldığı da bir gerçek. Mesela Disneyland!

*Eğer yolunuz Paris'e düşerse, yazılarda bahsettiklerim dışında;

            -İnsanlara her ne diyecekseniz önce selam verin, "Bon jour"un açmadığı kapı yok! :)
            -Ulaşım konusu hiç sıkıntı değil. Beni bıraksalar her gün sadece yürürdüm, hem Paris'te yürüyorsun nasıl sıkıntın olsun :) Ancak şehrin birçok noktasına belediyenin bisikletlerini kiralayarak da ulaşmak mümkün. Bir istasyondan birkaç Euro'ya kiralıyosunuz, gideceğiniz yere yakın bir istasyonda bırakıyorsunuz. Fakat kış olduğu için biz metroyu tercih ettik, metronun da gitmediği hiç bir yer yok. Sadece çok eski ve biraz kötü kokuyor.
            -Metrolarda genellikle güvenlikler yok ve bir turnikeden iki kişi geçiliyor. Hatta tanımadığınız birisi dahi size gelip arkanızdan geçebilir miyim diyebilir :) Yapabilirsiniz isterseniz, biz neredeyse bütün gezimiz boyunca böyle gezdik, ancak Hazal ve Hüma bi' keresinde güvenliğe yakalandı ve 40 Euro ceza ödediler!
            -Kişisel güvenlik konusu ise biraz sıkıntılı. Bir keresinde metrodayken Hazal fotoğraf makinesini koluna asmıştı ama bir kadın onu uyararak çapraz asmasını söyledi. Gare du Nord'daki durumdan da zaten bahsetmiştim. O yüzden biraz dikkatli olmak gerekiyor.
            -Medeniyet, medeniyet! Metroda en dikkatimizi çeken durum insanların birbirine saygısıydı. Şöyle ki; Trenlerde portatif koltuklar var, yani siz indirdiğinizde koltuk oluyor. Ama içeride bir de uyarı var ki; metro kalabalık olduğunda bu koltukların kullanılmaması yani yer kaplamaması- yazılmış. Ve gözlerimizle de görüyoruz ki metro birazcık kalabalıklaşmaya başladığında o koltuklara oturan herkes yer açılması amacıyla ayağa kalkıyor. Bizdeki gibi "aman işten döndüm yorgunum bikbik" bahanesi yok yani kimsenin :)
           -Avrupa'nın her yerinde böyle sanırım ama Starbucks ve McDonalds gibi yerlerde kalktıktan sonra tepsinizi sizin çöpe dökmeniz gerekiyor. Yoksa Fransız gerginliği ile karşılaşabilirsiniz!
           -Son olarak; Alitalia ile uçmayın. Ne gerek var :)
            

1 yorum: